30 Nisan 2024 Salı

Huzurlu Yaşam İpuçları: 18

www.nonviolentcommunication.com web sitesi Şiddetsiz İletişim ile ilgili Türkçede kaynakların sınırlı olduğu günlerde, ücretsiz belgelerinden sıklıkla yararlandığım bir dijital platformdu. Halen seyrek aralıklarla devam ettiğim Şefkatli Ebeveyn Günlükleri’nin ipuçlarını oradan alıyorum örneğin. O günlerde hevesle üye olduğum bültenlerin her birinden gelen ipuçları kıymetli esasında ama günlük hayatın hızı içinde, İngilizce bültenlere ilgimi, dikkatimi vermek, okuduğumu içselleştirmek her zaman mümkün olmuyor. O yüzden buraya ara ara bir başka serinin, Mary Mackenzie’den Huzurlu Yaşam Meditasyonu çevirilerini paylaşacağım. Her ne zaman, hangisine rastlar ve okursan dilerim şifa olur, ilham olur ve seni dönüştürür.                  

                                                                                   *

"Kendini bulmaya karar ver; ve bil ki kendini bulan, mutsuzluğunu kaybeder."

                                                                                              Matthew Arnold

18. Gün: Şefkatli İletişimin İkinci Bileşeni Duygular


Birçoğumuza hissetmek yerine düşünmemiz öğretildi. Başkalarının nasıl hissettiğini düşünmemiz öğretilmiş olabilir, ancak çok azımıza kendimizi kontrol etmemiz - biriyle birlikteyken nasıl hissettiğimiz, bir şey yaptığımızda nasıl hissettiğimiz veya bir konuda daha iyi hissetmek için ne yapabileceğimiz gibi konularda nasıl hissettiğimizi fark etmemiz öğretildi.


Ötekini düşünmeye odaklanmak, kendimizle olan bağlantımızı azaltmış ve kendimizi inkâr etmemize katkıda bulunmuştur. Bu nedenle, insanlara duygularıyla bağlantı kurmalarını ve onları başkalarına ifade etmelerini önerdiğimde, bunun ne kadar zorlayıcı olabileceği karşısında şok oluyorlar.


Eğer duygularımızı ifade etmeye alışık değilsek, kendimizi savunmasız hissedebiliriz. Başkalarının tepkilerini düşünmeye alışkınsak, sadece duygularımızı fark etmek bile bunaltıcı olabilir.


Başlangıçta ne kadar bunaltıcı veya tehdit edici görünse ve kendinizi ne kadar savunmasız hissetseniz de, ödüller buna değer. Duygu dağarcığınızı genişletmeye başlayacak ve denemediğiniz zamanlarda bile bir şey hakkında nasıl hissettiğinizi fark etmeye başlayacaksınız.


Ardından, farklı kararlar almaya başlayacağınızı tahmin ediyorum - başkasının ne hissettiğini düşündüğünüzden ziyade hislerinize dayalı kararlar. Hatta hoşlanmadığınız şeyleri yaptığınızı ya da hoşlanmadığınız insanlarla vakit geçirdiğinizi bile fark edebilirsiniz. Kendi duygularınızın farkına varmak, yeni bir başlangıç olabilir.




 

"İlhama değil çalışmaya inanıyorum"

Geçmiş Zaman Çileleri üzerine Gizem Ardıç ile yaptığımız yazılı söyleşi bugün Edebiyathaber'de yayımlandı. Arşive almak ve paylaşmak için bloğa da alıyorum. 

Söyleşi: Gizem Ardıç

Tuğba Gürbüz ile Klaros Yayınları’ndan yayımlanan yeni öykü kitabı “Geçmiş Zaman Çileleri” ve öykülerin yazım sürecine dair konuştuk. 

                                     “İlhama değil çalışmaya inanıyorum”

Sizi öykülerinizle tanıyoruz. Geçtiğimiz günlerde yeni öykü kitabınız Geçmiş Zaman Çileleri  okurlarla buluştu. Kitapla ilgili sorularıma geçmeden önce yazı kaynaklarınıza, sizi besleyen unsurlara dair merak ettiklerimle söze başlamak istiyorum. Günlük hayatınızda insan hikâyeleri dinlemeyi sever misiniz?

Her ne yapıyorsak, bunun önemli bir parçası da dinlemek. Dolayısıyla odaklanarak, dikkatimi vererek, fark ederek dinlemeye özeniyorum. İnsanları dinlerken anlattıkları olaylardan çok ayrıntılar dikkatimi çekiyor. Vurguyu nereye yaptığı, neye benzettiği, kullandığı bir tabir, kelimelere eşlik eden beden dili… Tüm bunlar ilgimi çekiyor. Bununla beraber lafı çok dolandıranlara, sözü dönüp dönüp kendine getirenlere, sazı elinden bırakmayanlara da pek tahammülüm yok.

Farklı ülkelerde, şehirlerde, geçmiş dönemlerde geçen öyküleriniz var. Seyahat etmeyi sever misiniz? Seyahatlerinizin öykülerinizi beslediğini düşünüyor musunuz?

Eduardo Galeaono, Hikâye Avcısı kitabında Binbir Gece Masalları’ndan bir tavsiyeyi hatırlatır bize: “Çek git, dostum!  Her şeyi terk et ve çek git! Yayından çıkıp gitmeyen ok ne işe yarar ki? Odun olarak kalmaya devam etseydi, ud o ahenkli sesleri çıkarabilir miydi?” Seyahat etmek, çekip gitmenin yıkım yaratmayan yolu. İşlevsel de üstelik. Çünkü günlük hayatlarımızı sürerken dikkatimizi yaptığımız her bir eyleme bütünüyle vermiyoruz. Arabaya biniyoruz ve gideceğimiz yere varıyoruz. Arası koca bir boşluk… Seyahat etmek, bu boşlukları doldurmamızı sağlıyor bana kalırsa. Yeni bir yere gittiğimizde algımız, dikkatimiz keskinleşiyor. Bu da hikâye avlamayı kolaylaştırıyor.

Çanakkale’de oturuyorsunuz. Bildiğim kadarıyla burada yaşamış ya da yolu oradan geçmiş tarihi ve mitolojik kahramanlara meraklısınız. Öykülerinizi yazarken bunlardan etkilendiğiniz oluyor mu?

Çanakkale tarihi, mitolojik hikâyelerden, söylencelerden yana zengin bir coğrafya. Ben de ilk kitabımdan itibaren hikâyelerine yer veriyorum. Lodos Çarpması’nda yer alan “Akkız” öyküsü, Sarı Kız ve Hasan Boğuldu efsanelerinin bir tür yeniden yazımı örneğin. “Mevsim Kadar Sıcak Öpücükler” Fransız bir erin bakış açısından yazılmış barış çığlığı… Çanakkale’nin öykülere sızması doğal.  Kordonu baştan sona yürüdüğümde Aşıklar Tepesi sırtındaki 18 Mart 1915 yazısını, Kilitbahir yamacındaki “Dur Yolcu” şiirinin dizelerini,  Nusrat Mayın gemisini, Truva atını çabasızca görüyorum. Tüm bunlar Çanakkale Deniz Zaferi’ni, “Centilmenler Savaşı” diye bilinen Gelibolu yarımadasında süren kara savaşlarını, Truva Savaşı’nı anlatan birer sembol. Her gün onlara bakmak, yıllar içinde farklı katmanlarda, bilinç düzeyinde yeniden tanışmamı, anlamamı, yeniden yorumlamamı sağlıyor.

Geçmiş Zaman Çileleri adıyla ve kapağıyla da dikkat çekiyor. Kitaba bu başlığı verme nedeniniz nedir?

İlk kitabımda “Veda” adında bir öykü yer alıyordu. Birkaç okurdan, öykünün güçlü ve etkileyici girişine karşın ilerleyen sayfalarda bu çıkışı sürdüremediğine dair eleştiriler almıştım. O öyküyü yeniden yazma fikri hep aklımdaydı. Öyküyü nihayet yazdığımda kahraman, babasının cenazesiyle beraber geçmişinin de cenazesini kaldırmaya karar verdi. Dosyayı tamamlayıp kitaba isim verme aşamasına geldiğimde onun iç sesinden duyduğumuz “geçmiş zaman çileleri” tabirinin kitabın ruhuna denk düştüğünü fark ettim. Kitaptaki kahramanların, keza her birimizin ızdırabının sebebi öyle ya da böyle geçmiş deneyimler ve onları algılama, yorumlama biçimlerimiz.

Geçmiş Zaman Çileleri bir epigrafla başlıyor: “Açık kapı değildir hayat, yaşlılar bilir / Bir eşikten, aralıktan ne gördüyseniz odur.” Hüsnü Arkan, Nim

Bir röportajınızda yazım tarzınızı da bu dizelerle ifade etmişsiniz. Bunu biraz açar mısınız?

Benim için öykü, “geçerken gördüğüm şey”. Öyküyü kısa bir âna, kesite sıkıştırma eğilimindeyim. Daha çok söylemek, kapıyı ardına kadar açmak mümkün ancak benim tercihim bu değil. Okura içeride karşılaşacağı öykülerin tarzına dair bir ipucu vermek, bunu sevdiğim bir şairin dizeleri aracılığıyla yapmak yazarın oyun ihtiyacından başka bir şey değil.

Öykülerde metaforları, benzetmeleri ustalıkla kullanıyorsunuz. Böylece duygu, mekân ve karakterin okuyucuya geçmesi çok kolay oluyor. Bunlar üzerinde özellikle çalışıyor musunuz, yazarken kendiliğinden mi çıkıyor?

Her bir hikâyenin yazılma, ortaya çıkma şekli birbirinden farklı. Kimi zaman öyküler nerdeyse tek seferde çıkıyor, pek az düzeltme gerektiriyor ancak genel olarak çalışma şeklim bu değil. Yalnızca ilham geldiğinde oturup yazmak, bozuk bir saatin günde iki kez zamanı doğru göstermesi gibi bir şey. Dolayısıyla ilhama değil, çalışmaya inanıyorum. Öykülerin ilk yazım aşamasını bitirdikten sonra içeriği destekleyecek benzetmeler, metaforlar bulmak, öyküyü doğru ve yerinde bir finale vardırmak için gerekli eklemeleri çıkarmaları yapmak üzere çalışıyorum. Üzerinde durduğum bir diğer önemli unsur ise metni yazarın iç sesinden, kendi görüş ve düşüncelerinden sıyırmak.

Geçmiş Zaman Çileleri’nde iletişimsizlik teması hâkim. Özellikle baba – çocuk iletişimsizliğini, hiç didaktik olmayan bir yerden çok güzel anlatmışsınız. Uzun süredir gözlemlediğiniz bir konu muydu?

Toplumsal düzende erkeğin, kadının yeri, onlara dağıtılan roller, beklentiler, hepimizin doğduğumuz anlardan itibaren gözlemlediğimiz, gözlemlediğimizin farkına dahi varmadan öğrendiğimiz, içselleştirdiğimiz meseleler… Ben de ilk kitaptan itibaren bunların birey üzerindeki etkilerini yazıyorum sanırım. Çekilmez evlilikler, tükenmiş kadınlar, annelik, toplumsal roller, kişinin kendine ve içinde yaşadığı topluma yabancılaşması, durumların içinden çıkamayan, bir tür uyuşma, donma hâli yaşayan bireyler öykülerde yer alıyordu. Öyküler daha çok kadınların ve çocukların bakış açısından anlatılıyordu. Öyküler bitip dosya bütünlüğünde üzerinde çalışmaya başladığımda, bu kez bunun kaynağına yöneldiğimi;. erkekliğe, bireyleri, toplumu zehirleyen erkekliğe, kadının ve çocukların üzerine abanan ağırlığına, yokluğuyla açtığı boşluğa, büyüyemeyen erkek çocuklarına baktığımı fark ettim.

Son olarak; çok okurunuz olmasını mı istersiniz, size özel bir okur kitleniz olmasını mı?

Öykü türünde kalem oynatan bir yazar olarak çok okurum olma ihtimali pek yok açıkçası. Yazın yolculuğuma, her nereden yakaladıysa oradan katılan, yazdıklarımın onlardaki karşılığını paylaşma cömertliği gösteren okurlar ise mutluluk kaynağı. Yazarın varlığını mümkün kılan okurun varlığı neticede.


Ben bir erteleyici miyim?

Ayın son günü. Blogta üç eksik yazı var. O halde soruyorum kendime. Ben bir erteleyici miyim? 

Yanıt için ertelemek kavramına yakından bakmak gerek. Nedir? Ertelemek, bir işi yapmak için belirlenen zamanda yapmamak, geciktirmek demektir. Genellikle kişinin kendini motive edememesi, işin zor ya da sıkıcı olması gibi sebeplerle ertelemeye başvurulur. 

Yazmak benim için sıkıcı değil. Zor mu? Belki bazen. Nereden başlayacağımı bilemediğimde. Ama blog havadan sudan, kendimden, okuduklarımdan, düşündüklerimden samimiyetle konuştuğum bir mecra. Serbest kürsü bir nevi. Almışım elime mikrofonu. Zor değil yani.

Koskoca 30 gün içinde yazılacak 8 yazının dördünü son iki güne bırakmak da neyin nesi? Nelere yol açıyor?

Ertelemek, işlerin birikmesine, zihindeki yapılacaklar listesinin uzamasına neden  oluyor. Son dakikaya bırakıp aceleyle tamamlamaktan kaynaklı, kalitesiz bir iş çıkması riski taşıyor.  Getirdiği olumsuz duygular da cabası.  Sürekli olarak işleri ertelemek, stres, kaygı ve suçluluk duygularına sebep olmaz mı? Soruyorum size. Kişinin kendisine yetersizlik düşünceleri ekmez mi? 

Yeterince iyi değilim ile başlayan türlü türlü cümlelerle kendimi dövmeyeceğim. Merak etme. Tam da içinde bulunduğum yerden, yazı yetiştirme telaşı ve sorumluluğu taşırken olanı samimiyetle yazıyorum. Yatakta, henüz pijamalar içindeyken, bilgisayarı dahi açmadan, telefonla. 


Çünkü ertelemeyi engellemek için üç küçük adım atmalıyım bugün. Sabah, öğlen, akşam. Yazıyı burada kesebilirim pekâlâ. Üçün biri tamam. Ama biliyorum ki ertelediklerimin listesi uzun. Blogtaki eksik yazılarla sınırlı değil. Belki de listelemeli. Bilenlere danışmalı. Aklını gezmeye çıkarmak istersen bana da uğramayı ihmal etme. Merak ediyorum çünkü. Sen ertelemek ile nasıl başa çıkıyorsun? 


29 Nisan 2024 Pazartesi

Sendrom yok, yazmak var

Dün yeni kitabın ilk imza günü ve söyleşisini yaptık. Reyhan ilk kitaptan itibaren yazarlığımı, yazdıklarımı bildiği için çok hoş bir giriş yaptı. Beni, yazın anlayışımı, güçlü yanlarımı anlattı. Sorular yöneltti. Okurlardan gelen soruları yanıtladım. Yazarlığın en güzel kısmı bu geri bildirimi almak bence. Gerisi sohbet, muhabbet, kucaklaşma, imza... İyi geldi. 



Bir yazar "En iyi kitabın hangisidir?" sorusunu nasıl yanıtlar bilemiyorum. Kimi evlatlarım gibi ayırt edemem diyebilir. Kimi arada kalmış, gözden kaçmış bir kitabını söyleyebilir. Hatırı kalmıştır bir nevi kitabın çünkü. En neşeli, en ödüllü, en çok satan... Pek çok kriteri olabilir yazarın kitaplarını ele almaya dair. Sonuncu kitap, her zaman önemlidir bununla beraber. Çünkü yarış, yolculuk kendinle. Çünkü hep bir öncekinin üzerine çıkma isteği var içten içe. Dili daha iyi kurmak, daha çarpıcı, unutulmaz sahneler yaratmak, öykünün ayrıntıları unutulsa bile bir duygu, bir tortu bırakmak... Kendine meydan okuma meselesi işte, bilirsiniz. Geçmiş Zaman Çileleri şimdiye değin yazdığım en iyi kitap oldu bence.. Çocuğunu sahada, müsabakada izleyen anne gibiyim, elim böğrümde. Heyecanla bekliyorum. 

Dün, bana neden yazdığımı sordu, bir başka yazar arkadaş. Kendi yazma gerekçelerini izah edip yazmak isyandır'a getirdi sözü. O halde benim isyanım neydi? Yazar sayısı kadar yazma nedeni olduğuna, olacağına göre. Benim izahım ille de sorunun beni yönelttiği yerden gelmeyecekti elbette. Çünkü yazmak devrimci bir eylem, kafa tutan bir eylem olsa da, benim için anlamı biraz daha farklı. Ben kendimi ve dünyayı yazarak anlıyorum. Yaşamak pek çok kez bir kar küresinin içinde yaşamak gibi. Biri eline alıyor sallıyor sallıyor. İçeride simli bir yoğunluk var, karmakarışık. Anlamak, görmek mümkün değil. İşte yazmak, benim için, o kar küresini sallayan kişinin elinden almak, durulmak üzere bir yere koymak ve duruluğuna bakmak, oralarda aslında ne olduğunu sezmek. Toplumcu bir tutumla değil, kendim için, kendimi, etrafımı, dünyayı net görmek için yazıyorum. Belki de bir çok-hissedenim. 

Çok-hisseden tabiri ile henüz tanıştım. Cumartesi aldığım kitap kolisinden çıkan kitaplardan birisi de: Duygusal Savrulmalardan Kurtulmak. Alt başlık "Çok-hissedenler" için Kabul ve Kararlılık Terapisi. Bu yaşta, o kadar çok-hisseden miyim emin değilim ancak geçmişte bir yerlerde çok-hissedenlere özgü tutumlar sergilediğimden şüpheleniyorum. O halde doğru yerdeyim. Okumak, anlamak ve bakmak için. 

Bugün pazartesi. Sendrom yok. Onun yerine erken kalkmak, kahvaltı yapmak, çayını keyifle yudumlamak ve bloğa bir ileti girmek var. Dünden kalanların anısı niyetine. 

28 Nisan 2024 Pazar

Heyecan, mutluluk ve heves...

Rüzgârlı bir pazar sabahından herkese günaydın,

Geçtiğimiz hafta sıcaklıklar düştü ve yağmurlar başladı. Bu hafta sıcaklık yine mevsim normallerine dönse de, geçen hafta yağmurdan kaçıp eve sığınan kara sinekler vızır vızır, tepemde. Evde sineklik de yok, sinek kovucu da. Doğal yollarla ölmelerini ya da yeniden dışarı çıkmalarını beklerken ellerim bir pervane gibi çalışıyor. Sessiz bir uzlaşı içindeyiz, tam şu anda. Çekildiler. Ama hayat değişken işte, bilirsiniz. Tam bu satırları yazarken bir tanesi göz hizamdan sessizce uçtu. Bir başkası karşı sandalyede ellerini oğuşturuyor. Derdim sineklerle değil aslında. Derdim sessizlikle, olabildiğine sessizlikle ve yazmayı sürdürebilmekle. 

Kızımın da dediği gibi, sessiz bir ortam severim yazarken. Bu evde çıt çıkmaması değil elbette. Çünkü çoğu zaman ev bütünüyle sessiz olmaz. Kendi sesleriyle konuşur. Rüzgâr uğuldar pencerelerde örneğin. Çamaşır makinesi çırpınır (tam şu anda olduğu gibi). 

Kızımın da dediği gibi bilgisayarda ve oturarak yazarım. Şu anda salondayım. Yemek masasında. Başımı kaldırdığımda karşı çayırları görüyorum. Yeşil, uzun otlar rüzgârla salınıyor. Huzur veren bir devinim içinde sola doğru koşuyor, minik, ritmik hareketlerle. Şehir önüme yürüyene kadar şahane bir manzaram var. 



Bu yazıyı bitirir bitirmez çay ya da kahve alıp balkona kurulmayı biraz manzarayı seyretmeyi, birkaç satır okumayı düşünüyorum. Yeni kitaplarım geldi dün. Hepsi kişisel gelişim. Hep Kitap'ın çocuklu hayat dizisinden birkaç kitap, biraz DEHB, biraz mindfulness, ortaya karışık. Bu tür kitaplar, benim için alet çantasını doldurmak gibi bir şey, ya da ecza dolabını doldurmak gibi. Aldığım her kitabı baştan sona okumuyorum. Ama orada duruyorlar, yan yana, sırt sırta, bazen açıp karıştırıyorum. Türün iyi yazılmış örnekleri işe de yarıyor. Zihnimin çok dolu olduğunu, kimi şeylere yetişemediğimi, unuttuğumu düşündüğüm bugünlerde belki de işime yarar. Hangisiyle başlayacağımdan emin değilim. Sevdiklerimi, işlevsel bulduklarımı, yararlandıklarımı muhakkak yazacağım buraya. Hevesliyim. 

                                                                             *

Bugün yeni kitabın ilk imza günü ve söyleşisi var. Yazar arkadaşım Reyhan Yıldırım'ın üstleneceği etkinlik saat 2'de. Afişi kendim tasarladım. Sosyal medyada paylaşınca kızıma da yolladım. Resim kötü ama geleceğim, dedi. Çünkü o da okuyor kitabı. Bitirmedi henüz ama kimi öyküler hakkında yorumlar da yaptı. İksir'deki babanın çocuğunu kabul etmemesine kızmış örneğin. "Bütün babalar..." diye başlayan cümleler kurmasına sebep oldu. Pozisyon Hatası'nı hatırlamış, bir kısa film izlerken. Kısa filmi anlattı bana. Öyküde herkesin kahramandan vazgeçtiğini söyledi. Üzülmüş buna. Kurmaca okumanın hepimize yaptığı hâller işte. Duygulandırmak, düşündürtmek... İşte bunları dinleyeceğim bugün. Yazar bir arkadaşımın gözünden kendi kitabımı dinleyeceğim. Söyleşilerin en güzel yanı da bu olsa gerek. Kendini başkalarınca duymak, görmek. Heyecanlıyım. 



                                                                            *

Dün çalışma odasına ilave masa ve kitaplık geldi. Geçen hafta sonu yatılı misafirim vardı. Onu çalışma odasında yatıracağım için Sani'nin tuvaletini oradan çıkarıp pek çok kedi sahibi gibi banyoya koydum. Korktuğum gibi koku da olmadı, kumlar da savrulmadı. Çünkü bizimki tuvalet işini çoğunlukla dışarıda hallediyor. Tuvaletin çıktığı köşeye evrak dolabını sığdırıp masayı da mutfağa alınca L şeklinde şahane bir boşluk oldu. L şeklinde bir masa ve açık raf sistemi çizdirdim marangoza. Dün gelip montajı yaptılar. Henüz yerleştirmedim. Ama epeyce alan kazandım. Mutluyum.  



                                                                         *

Bizim evde birlikte kahvaltı edilen tek sabah pazar. Çoğunlukla. Kızım pek kahvaltı sevmiyor. Belki aç bile uyanmıyor. Bazen çay içiyor bir bardak, bazen kahve. Yanına çıkardığım ceviz, fındık, meyve, salatalık gibi şeylerden atıyor ağzına. Sonra çıkıyor. Kahvaltı yapmak için daha çok zamana ve daha çok açlığa ihtiyaç duyuyor muhtemelen. İşte o gün, bu gün, pazar yani. Az sonra yazıyı burada sonlandıracak ve tıpış tıpış mutfağa gideceğim. Pazar kahvaltısı hazırlamak için. Çay, kitap hayalimi unutmadım. Kızım ayaklanana kadar o minik, kendime vaat ettiğim molayı vereceğim. Çünkü biz anneler, o molaları vermeyi unutup kendimizi tüm dünyayla yüklemeye çok meyilliyiz. Farkına dahi varmadan yapıyoruz bunu üstelik. Hem yeterince güzel bir kahvaltı hazırlamak hem de kendime ihtiyaç duyduğum özeni vermek için hevesliyim. 

                                                                         *

Hepimizin içinden her gün onlarca duygu geçiyor. Günümüzü, hayatımızı nasıl geçirdiğimiz bu duygulardan hangilerini hatırladığımıza bağlı. Buna kalpten inanıyorum. Kızıma da dilim döndüğünce bunu anlatıyorum. Aktarmaya çalışıyorum. İşte bu yüzden bu sabah yazımı gündelik olana bakarken hissettiklerime adadım. Heyecan, mutluluk ve heves çıktı ortaya.  Eğer bu özeni göstermeseydim belki de birikmiş çamaşırlara bakıp göz devirecek, çalışma odasının dağınıklığı altında kötü hissedecektim. İyi olma çabası da yazmak gibi, hep temrin istiyor, kararlılık, sabır... Ama değiyor işte. Bu pazar senin içinden hangi duygular geçiyor? 

23 Nisan 2024 Salı

Yazarın odası

Meltem Dağcı'nın edebiyathaber için hazırladığı "yazarın odası" köşesini hatırlarsınız. Edebiyatçıların yaşamlarını, yazdıkları mekânları, son zamanlarda okudukları kitapları yakınlarının gözünden mercek altına almaya çalıştığı köşe uzunca süredir güncellenmiyor. Aklıma geldi. Soruları kızıma verdim. Benim için yanıtladı. Önce çok kısa yanıtladı. Sonra biraz genişletti.  İşte Deniz'in merceğinden benim okuma yazma hâllerim: 



Yazılarını nerede yazar? Yazarken denk geldiğinizde o an yaşadığınız ilginç bir anınız oldu mu? 

Bilgisayar. 

Çalışma masasında bilgisayarına yazar genelde. Eskiden kahvelere, Golf'e giderdi. Taşındığımızdan beri gidemiyor. Dışarı çıksa keçilerle beraber yazar herhalde. 

Annenizle yazı/okuma üzerine neler paylaşırsınız?

Kitap parası (Annenin notu: Kitap parası "Ben kitap isterim annem alır ya da benim aldığım kitapların ücretini annem öder anlamına gelmektedir.)

Ben genç kurgu okumayı o ise öykü bazen klasik okumayı sevdiği için kitap parasından başka bir şey paylaşmayız. Ben arada bir kitaplarımı anlatırım. Onda da annem hayatının şokuyla ayrılıyor. 

Yazdıklarıyla ilgili sizden ne tür fikir/öneri alır? 

Almıyor çünkü ya yetişkinler için yazıyor ya da veletler için yazıyor. 

İlk iki kitabını yazarken küçüktüm ve kitaplar yetişkin kitabıydı. Bu nedenle bir fikir almadı. Çocuk kitabını yazarken ben 2. sınıf falan olduğumdan dolayı yazınca okutup fikrimi almıştı. Son kitabı yine yetişkin kitabı olduğu için çok fikir almadı ama Geçmiş Zaman Çileleri'ni şu an okuyorum. 

Yazı yazarken vazgeçmediği ritüelleri nelerdir? 

Ben yazmıyorum ki nereden bileyim. 

Yazarken hep oturur. Genellikle akşam saatlerinde yazar ve yanına kahve (bana yaptırıyor) ya da soda alır. Nadiren deftere yazar. Yazarken etrafında ses istemez. Bazen müzik açar. Kendine aldığı yüzüğü takar. Türk kahvesi içiyorsa da uğraşarak yaptığım köpüğü masaya ayağını çarparak döker. #kahveköpüğüsanattır 

Son olarak, elinde en son gördüğünüz kitapları öğrenebilir miyiz? 

Amerika'ya taşınmış bir arkadaşı olan Halil Yörükoğlu'nun "Şu An Saat Kaç?" kitabını okuyor. Amerika'ya taşınan Türkleri konu alan kısa kısa öykülerin bulunduğu bir kitap. 



17 Nisan 2024 Çarşamba

Güzel anılar kumbarası

Sevgili blog, sevgili okur, 

Fark ettin. Sana ikinci kez üst üste mektup yazar gibi sesleniyorum. Çünkü mektup yazmak, doğrudan insanın yazının içine dalmasını, kendinden, düşüncelerinden samimi bir şekilde bahsetmesini sağlıyor. Bir okurun varlığı, ona seslendiğin bilinci yazıyı kolayca ilerletmeyi olanaklı kılıyor. Benim de işte bu kolaylığa, ne hakkında nasıl bir yazı yazacağımı planlamadan, düşünmeden, ertelemeden, yazının içine hop diye yerleşmeye ihtiyacım var. 

Bahar geldi. Farkındasın. Havada morsalkım kokuları, bahçelerde kır çiçekleri... Hareketsiz ve eve kapalı geçen ayların ardından doğa bizi çağırıyor. Öyle çok büyük buluşmalara bile gerek yok. Bilirsin, doğa, meraklıdır, bir kedi sessizliğiyle yürür, yayılır, beton içlerinde yaşayan bizleri sarar, sarmalar. Kaldırım çatlağında baş verir bir sarı çiçek örneğin. Bildiğin yolunu keser, bana bak, der, inadımı gör. Umutludur şehrin en olmadık yerlerinde rastlanan bu tomurcuklar. 

Yıllar önce yolumu kesen bir sarı çiçeğin öyküsünü yazmıştım ben de. İlk kitabımda yer alır. Merak edersen. Anı Toplayıcısı. Şu hayatta anı toplamak dışında başkaca görevimiz yok belki de. Hepimiz de geçmişi irdeleme, geleceği hayal etme alışkanlığı var malum. Kontrol etme güdümüz, beklentisizlikle barışamama hâlimiz hep bundan belki de. Beklentisizlikten kastım, olayların olmasına izin vermek, hayatı büyük ölçüde kaosun yönettiğini kabul etmek ve gelen günleri bir bir toplamak, içindeki güzellikleri görmek ve anı kumbarasına atmak... Elimizden daha fazlası da gelmiyor zira. 

Nisan ayı için ayların en zalimi demiş şair. Katılıyor musun? Ben asla ve kata katılmıyorum. Kızım bu ay doğdu bir kere. Sırf bu yüzden bile nisan ayların en güzeli belki de. Kuru dallara can veren baharı ihtiva etmesi de cabası. Sözün özü sevgili arkadaşım, sen bu ay hangi güzel anıları biriktirdin? Bir çırpıda sayabilir misin? Bu da çaba istiyor aslında. Aklındaki, kalbindeki sayacı güzellikleri, iyilikleri saymaya ayarlamayı gerektiriyor. 

Birkaç güzel şeyi birlikte saymaya, hatırlamaya ne dersin? İşte benimkiler: 

Balkonu temizledim, topladım. Kızım da çiçeklerin bakımını yaptı. Bazı saksıları da bahçeye çıkardım. Oh oldu mu balkon yayla gibi. Kimi sabahlar ve akşamlar orada yiyip içmeye başladık bile. 

Çalışma odasındaki masayı mutfağa alınca L şeklinde ilave kitaplık yapabilmek için bir alan doğdu. Dün marangoz geldi. Ölçü aldı. L şeklindeki açık raf sisteminin altında L şeklinde bir masa yer alacak. Bir köşeciğinde de keson. Böylece yerli yerine yerleşemeyen kitaplar, hobi ve kırtasiye malzemeleri güzelce sıralanacak. 

Şehirler arası araba yolculukları devam ediyor. İtiraf edeyim. Hâlâ zaman zaman kaygı duyuyorum. Ayvalık'tan gece yola çıktığımızda önümde uzanan uzun konvoyu görünce ellerim terlemeye başladı. Yorgunlukla yolda hata yapar mıyım endişesi kabaca. Bu endişeyi aşmak için dikkatimi tamamen o anın içinde tuttum. Şöyle şeyler işte: Ellerim terliyor. Biraz korkuyorum. Önümdeki araba durdu. Markası şu vs. Bu beni giderek sakinleştirdi. Önüme çıkan ilk pidecide tuvalet ve yemek molası verdik. Kapatmak üzere oldukları halde varsa yalnızca çorba içme ricamızı kırmadılar. Üç ezogelin, bir mercimek çıktı ancak. Yanında sıcacık tırnak pide. Güleryüzlü hizmet. Samimi bir rica karşısında bizim iyiliğimizi gözetmeleri karşısında kalbim eridi. İnsan insana iyi gelir, tam olarak bu. 

Kızımla samimi bir konuşma yaptık akşam, balkonda. Eleştirileri var ebeveynliğime dair. Hangi çocuğun yok? Alınmak, kızmak, söylenmek pekâlâ mümkün ama madem niyet etmişim güzel anılar biriktirmeye, yazısını hazırlamaya bile başlamışım. Bu niyetle uyumlu olmalı eylemim, sözüm, davetim. Çabam karşılığını buldu bence. İşte kumbaraya atılacak bir madeni para daha. Söze bir çırpıda dökülen anılar bunlar. Ya seninkiler?